BİR AVUÇ TOPRAK
Onur BİLGE
Hani seyahate çıkarız, çantamızı bavulumuzu alır, gideriz ya… İşte, bir gün yine öyle çıkıp gideriz evimizden. Hem de hiçbir şey almadan... Dünyaya geldiğimiz gibi çırılçıplak...
Kutsal topraklarda da öyle oluruz. Kefenlerimizle gezeriz. Orada dil, ırk, millet, mevki, rütbe, benlik, hiçbir şey olmaz. Herkes tek tip giysi içinde, herkes yaya, eşit... Oradakilerin tek ortak özellikleri insan oluşları… Cinsiyet ayırımı, haremlik selamlık gibi yerler yok. Birlikte ibadet ediliyor. Kabirlerimizde de böyle olacağız. Erkekler bir tarafta, kadınlar bir tarafta yatmıyor orada. Tek tip giysi içinde, yan yana kabirlerde, eşit… Adil bir şekilde sorgulanıyorlar.
Dünya da bir ev, bizim için. İçinde yaşadığımız, içinde öldüğümüz. Dünya denilen evi ve tüm evleri temsil eden bir ev, Kâbe… Basit, gösterişsiz, küçük, dört duvardan ibaret bir yapı...
Evler yapılmış, insanlar için. Evler yıkılıyor, daha güzelleri, daha gösterişlileri, daha yüksekleri yapılıyor. Konaklar, villalar, şatolar, saraylar, apartmanlar, gökdelenler... İnsanlar kat kat binalarda oturuyorlar. Kat kat yükseliyorlar, tırmanıyorlar göklere. Gidiş nereye? Son durak nere?
Hangi kata kadar çıkarsak çıkalım, yere iniyoruz. Hem de yerin altına... Toprak gibi olmalı gönüllerimiz. Yerle bir… Bugün, ayağımızın altında toprak; yarın, üstümüze yorgan... Hani deprem olur da kalıverir ya insan, evinin altında... Kabir, üstümüze çöken evimiz. Başımıza yıkılan dünyamız! “Biraz daha geniş, daha konforlu, daha çok güneş gören...” diyerek, bitmek bilmez arzularımızın bizi gezdirdiği evlerin sonuncusu. En güneşsizinden güneşsiz, en darından dar, en rutubetlisinden rutubetli, en kasvetlisini mumla aratan, başımıza göçen, daraltan, sıkan, boğan, yiyen, yutan, çürüten, yok eden son ev. Eşyasız, konforsuz, süssüz, dekorsuz, tablosuz, biblosuz sığınak... Ne bir milim sağa, ne bir milim sola... Ne aşağıya bir yol var, ne de yukarıya... Gir kalıbına nefis! .. Gir kalıba! ..
Bedenimiz kadar yerimiz yok aslında, dünyada. Damar boşalır, kan akar. Karıncalar, solucanlar, tarla fareleri, yılanlar, ağaç kökleri... Açmış ağızlarını, yeraltındakiler... Ne deri, ne kas, ne damar, ne sinir... Yerler; ciğer, mide, dalak, böbrek... Ne yanak ne kulak ne dudak ne dil... Önce yumuşak yerler; göz, kulak memeleri, burun, parmak uçları...
Göz... Doymak bilmez göz! .. Göz; gören, isteyen, arzuları kamçılayan, gönülleri akıtan, kalplerin ibresinin yönünü değiştiren, gönlü baştan çıkaran göz...
Hani seyahate çıkarız, çantamızı bavulumuzu alır, gideriz ya… İşte, bir gün yine öyle çıkıp gideriz evimizden. Hem de hiçbir şey almadan... Dünyaya geldiğimiz gibi çırılçıplak...
Kutsal topraklarda da öyle oluruz. Kefenlerimizle gezeriz. Orada dil, ırk, millet, mevki, rütbe, benlik, hiçbir şey olmaz. Herkes tek tip giysi içinde, herkes yaya, eşit... Oradakilerin tek ortak özellikleri insan oluşları… Cinsiyet ayırımı, haremlik selamlık gibi yerler yok. Birlikte ibadet ediliyor. Kabirlerimizde de böyle olacağız. Erkekler bir tarafta, kadınlar bir tarafta yatmıyor orada. Tek tip giysi içinde, yan yana kabirlerde, eşit… Adil bir şekilde sorgulanıyorlar.
Dünya da bir ev, bizim için. İçinde yaşadığımız, içinde öldüğümüz. Dünya denilen evi ve tüm evleri temsil eden bir ev, Kâbe… Basit, gösterişsiz, küçük, dört duvardan ibaret bir yapı...
Evler yapılmış, insanlar için. Evler yıkılıyor, daha güzelleri, daha gösterişlileri, daha yüksekleri yapılıyor. Konaklar, villalar, şatolar, saraylar, apartmanlar, gökdelenler... İnsanlar kat kat binalarda oturuyorlar. Kat kat yükseliyorlar, tırmanıyorlar göklere. Gidiş nereye? Son durak nere?
Hangi kata kadar çıkarsak çıkalım, yere iniyoruz. Hem de yerin altına... Toprak gibi olmalı gönüllerimiz. Yerle bir… Bugün, ayağımızın altında toprak; yarın, üstümüze yorgan... Hani deprem olur da kalıverir ya insan, evinin altında... Kabir, üstümüze çöken evimiz. Başımıza yıkılan dünyamız! “Biraz daha geniş, daha konforlu, daha çok güneş gören...” diyerek, bitmek bilmez arzularımızın bizi gezdirdiği evlerin sonuncusu. En güneşsizinden güneşsiz, en darından dar, en rutubetlisinden rutubetli, en kasvetlisini mumla aratan, başımıza göçen, daraltan, sıkan, boğan, yiyen, yutan, çürüten, yok eden son ev. Eşyasız, konforsuz, süssüz, dekorsuz, tablosuz, biblosuz sığınak... Ne bir milim sağa, ne bir milim sola... Ne aşağıya bir yol var, ne de yukarıya... Gir kalıbına nefis! .. Gir kalıba! ..
Bedenimiz kadar yerimiz yok aslında, dünyada. Damar boşalır, kan akar. Karıncalar, solucanlar, tarla fareleri, yılanlar, ağaç kökleri... Açmış ağızlarını, yeraltındakiler... Ne deri, ne kas, ne damar, ne sinir... Yerler; ciğer, mide, dalak, böbrek... Ne yanak ne kulak ne dudak ne dil... Önce yumuşak yerler; göz, kulak memeleri, burun, parmak uçları...
Göz... Doymak bilmez göz! .. Göz; gören, isteyen, arzuları kamçılayan, gönülleri akıtan, kalplerin ibresinin yönünü değiştiren, gönlü baştan çıkaran göz...
“İnsanoğlunun Uhut Dağı kadar altını olsa,
bir o kadarını daha ister. Onun gözünü ancak toprak doyurur.”
“Hangi güzel göz ki; yere akmadı!
.Hangi güzel yüz ki; toprak olmadı! ..”
Kabir; gözleri toprakla doyuran, arzuları, insanı, bedeni bir noktaya çivileyen, eritip, bitiren yer. Kabir, kemiklere gelip dayanan, öğüten, un eden değirmen… Kabir, vücudumuz kadar yeri bile bize çok gören dünyanın iştahla açılan ağzı.
Hani biraz daha oval olsa, dünyayı yutmak isteriz ya! O bizi yutar. Toprak satın alırız. Biraz daha, biraz daha... Ömrümüzü harcarız, arsa, ev, parsel parsel dünya almak için. Dünya bizi alır. Can veririz, kan dökeriz, toprak için, tapu denilen kâğıt parçaları verirler elimize, sevinir, avunuruz. Gaflette kâğıt biriktirirken, toprak açar ağzını, ağzında hayvanlardan, köklerden dişleri; büyük bir zevkle bizi bekler. Biz para kazanmaya, toprak, mal, mülk almaya gittiğimizi zannederken, her adımda, şiş karınlı dünyanın kasvetli ağzına doğru ilerleriz. Bir de bakarız ki ağzının içindeyiz! .. Ne arsalar, tarlalar, bağlar, bahçeler gelebilmiş bizimle, ne tapular, paralar pullar...
“Hangi güzel göz ki; yere akmadı!
.Hangi güzel yüz ki; toprak olmadı! ..”
Kabir; gözleri toprakla doyuran, arzuları, insanı, bedeni bir noktaya çivileyen, eritip, bitiren yer. Kabir, kemiklere gelip dayanan, öğüten, un eden değirmen… Kabir, vücudumuz kadar yeri bile bize çok gören dünyanın iştahla açılan ağzı.
Hani biraz daha oval olsa, dünyayı yutmak isteriz ya! O bizi yutar. Toprak satın alırız. Biraz daha, biraz daha... Ömrümüzü harcarız, arsa, ev, parsel parsel dünya almak için. Dünya bizi alır. Can veririz, kan dökeriz, toprak için, tapu denilen kâğıt parçaları verirler elimize, sevinir, avunuruz. Gaflette kâğıt biriktirirken, toprak açar ağzını, ağzında hayvanlardan, köklerden dişleri; büyük bir zevkle bizi bekler. Biz para kazanmaya, toprak, mal, mülk almaya gittiğimizi zannederken, her adımda, şiş karınlı dünyanın kasvetli ağzına doğru ilerleriz. Bir de bakarız ki ağzının içindeyiz! .. Ne arsalar, tarlalar, bağlar, bahçeler gelebilmiş bizimle, ne tapular, paralar pullar...
Kabir, çıkmaz sokak... Değirmen… Ezen,
öğüten, yok eden... Kabir, bir uzay üssü… Yolculuk belki de uzaya, bir başka
yıldıza… Mutlaka Berzah Alemi’ne, cennete, cehenneme...
Sırat köprüsü denen, dünya. Dünyayı itebilirsen elinin tersiyle, ondan vazgeçebilirsen, yani dünyadan geçersen, sırattan geçmiş olursun.
Sırat köprüsü denen, dünya. Dünyayı itebilirsen elinin tersiyle, ondan vazgeçebilirsen, yani dünyadan geçersen, sırattan geçmiş olursun.
Hani hadislerde sırat tasvirleri vardır, iki
yanı uçurum, ince bir hat… Altında cehennem, ucunda cennet ve o hat üzerinde
engeller, çengeller... Altı; cehennem, mağma, ateş...
Yeraltı dünyası; disko, kumarhane, meyhane,
gizli işlerin döndüğü yerler... Çengeller; arkadaşlar, dedikodu, faiz, haram,
içki, kumar, kadın... Çengellere takılmadıysan, aşağıya düşmediysen, hızlı da
gitsen, yavaş da gitsen, önün cennet…
İnce hat, İslamiyet... Bir yanı dinsizlik,
yani ateizm, bir yanı batıl dinler ve batıl inançlar... Sıratın kıldan ince ve
kılıçtan keskin oluşu; İslami emirlerin kıldan ince, kılıçtan keskin oluşu…
Yunus gibi olabilsek! Vız gelse, kılıcın keskin tarafı! .. Üzerinde koşabilsek! Hatta uçabilsek, Burak’la! Evler kurabilsek, üzerine, Yunus’ca! Öyle bir yansak ki Allah Aşkı ile kor olsak, yalım yalım girsek cehenneme, narı hissedemesek Allah Aşkının ateşinden! .. Soğuk gelse, cehennemin ateşi!
“Kahrın da hoş, lutfun da…
.Nurun da hoş, narın da… ”
Tut ki girmişim, kabre. Tut ki sıkmış, toprak. Yolum, cehennemi bir azaba çıkmış. Taptığım başka bir ilah mı var! Yine “ALLAH! ALLAH! ” diyeceğim, ateşin içinde. Biliyorum ki O’ndan başka ilah yok! .. Biliyorum ki O’ndan başkası bana yardım edemez! Yaratan’ım O! Koruyacak olanım O! Bütün yollar O’na çıkar. O, mümin olan herkesin Sevgilisi. Benim de gerçek Sevgilim. Azap etse de O’ndan başkası olamaz benim için. Yaksa da kahretse de azap üstüne azap etse de O’ndan vazgeçmem! Başka kapıya gitmem! Çünkü O’nun kapısından başka kapı bilmem! ..
Sadece aşkımla gideceğim O’na. Sevgi karşılıklıdır. Bir adım gelene koşarak gittiğini söylediğine göre o da beni sever. Seviyorsa, yeter! Merhametlilerin en merhametlisi! Sevdiğine kıyar mı! Azap eder mi! O ki bir annenin bebeğine duyduğu merhametin yüz misline sahip!
İnşallah, tüm müminleri, hepimizi affeder! Cümlemize Firdevs Cenneti’ni, Cemal’ini nasip eder!
***
Yunus gibi olabilsek! Vız gelse, kılıcın keskin tarafı! .. Üzerinde koşabilsek! Hatta uçabilsek, Burak’la! Evler kurabilsek, üzerine, Yunus’ca! Öyle bir yansak ki Allah Aşkı ile kor olsak, yalım yalım girsek cehenneme, narı hissedemesek Allah Aşkının ateşinden! .. Soğuk gelse, cehennemin ateşi!
“Kahrın da hoş, lutfun da…
.Nurun da hoş, narın da… ”
Tut ki girmişim, kabre. Tut ki sıkmış, toprak. Yolum, cehennemi bir azaba çıkmış. Taptığım başka bir ilah mı var! Yine “ALLAH! ALLAH! ” diyeceğim, ateşin içinde. Biliyorum ki O’ndan başka ilah yok! .. Biliyorum ki O’ndan başkası bana yardım edemez! Yaratan’ım O! Koruyacak olanım O! Bütün yollar O’na çıkar. O, mümin olan herkesin Sevgilisi. Benim de gerçek Sevgilim. Azap etse de O’ndan başkası olamaz benim için. Yaksa da kahretse de azap üstüne azap etse de O’ndan vazgeçmem! Başka kapıya gitmem! Çünkü O’nun kapısından başka kapı bilmem! ..
Sadece aşkımla gideceğim O’na. Sevgi karşılıklıdır. Bir adım gelene koşarak gittiğini söylediğine göre o da beni sever. Seviyorsa, yeter! Merhametlilerin en merhametlisi! Sevdiğine kıyar mı! Azap eder mi! O ki bir annenin bebeğine duyduğu merhametin yüz misline sahip!
İnşallah, tüm müminleri, hepimizi affeder! Cümlemize Firdevs Cenneti’ni, Cemal’ini nasip eder!
***
Onur BİLGE - KHA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder